HESABIM
GİRİŞ YAP

Ho?geldiniz! Hesab?n?za buradan giriÅŸ yapabilirsiniz.



ya da
YENİ HESAP OLUŞTUR

Bilgilerinizi girerek yeni bir hesap edinebilirsiniz.






 

Gazzâlî

 

İslâm düşüncesinin en etkili simalarından biri olan Gazzâlî, Horasan bölgesindeki Tûs şehrinde doğdu. Nişâbur’daki Nizâmiye Medresesi’nde İmâmü’l-Harameyn el-Cüveynî’den ders alan Gazzâlî, Nizâmülmülk tarafından 1091’de Bağdat’taki Nizâmiye Medresesi’ne başmüderris olarak atandı. Bağdat’ta kaldığı dört yıl boyunca kelâm, felsefe, bâtınîlik ve tasavvuf alanlarında incelemelerini sürdürdü ve Tehâfütü’l-felâsife, el-İktisâd fi’l-iʻtikâd, Fedâihu’l-bâtıniyye ve Mîzânü’l-amel gibi kendisinden sonra oldukça etkili olacak pek çok eser kaleme aldı. Bu sırada zirvesinde olduğu şöhretin manevî hayatı için bir tehlike oluşturacağı kaygısı onda büyük bir bunalım doğurdu ve aradığı huzurun tasavvufta olduğuna karar vererek Bağdat’ı terk etti; iki yıl boyunca Şam, Kudüs ve Hicaz bölgesinde inziva hayatı yaşadı. Bu dönemde şaheseri olarak kabul edilen İhyâu ulûmi’d-dîn’i kaleme alan Gazzâlî, iki yılın sonunda memleketi Tûs’a yerleşerek orada bir yandan şerʻî ilimler diğer yandan da tasavvuf alanında eserler kaleme almaya ve talebeler yetiştirmeye devam etti. Sultan Sencer ve veziri Fahrülmülk’ün ısrarıyla 1106’da Nişâbur’daki Nizâmiye Medresesi’nde hocalığa başlayan Gazzâlî, arkasında zengin bir entelektüel miras bırakarak 1111’de Tûs’ta vefat etti.

 

 

el-Munkız mine’d-dalâl

Gazzâlî’nin vefatından birkaç sene önce kaleme aldığı el-Munkız mine’d-dalâl, esasen bir entelektüel otobiyografi olsa da 6./12. yüzyılın başında İslam düşüncesinin genel bir resmini görmek için oldukça zengin unsurlar sunmaktadır. Gazzâlî kendi hakikat arayışı çerçevesinde kelâmdan felsefeye, bâtınîlik/İsmailîlikten tasavvufa kadar o dönemde hakikate ulaşma noktasında kendilerine özgü yöntemleri olduğunu ileri süren grupları hem tarihî hem de öğreti açısından incelemekte, İslam toplumunun içine düştüğü dinî/entelektüel krizden çıkış için çözüm önerileri sunmaktadır.

 


Mişkâtü’l-envâr

Gazzâlî’nin Mişkâtü’l-envâr’ı, onun, temelde, kelâm, felsefe ve tasavvuf çerçevesinde geçen entelektüel serüveninin en dikkate çekici ve son ürünlerinden birisidir. Bir dostunun, “Allah göklerin ve yeryüzünün nurudur” (en-Nûr 24/35) âyetindeki sembolik anlatıma dair sorusu üzerine bu eseri kaleme alan Gazzâlî, sadece bir te’vil teorisi ortaya koymamakta, epistemolojik ve psikolojik verilerle temellendirilmiş bir ontoloji teorisi sunmaktadır. “Nur” kavramı bağlamında geliştirdiği ve Tehâfütü’l-felâsife başta olmak üzere pek çok eserinde şiddetle eleştirdiği İbn Sînâ felsefesinden derin izler taşıyan bu teori, Sühreverdî ve İbnü’l-Arabî gibi mistik ve tasavvufî yönelimlere sahip düşünürler için ilham kaynağı olmuştur.


 

İlcâmu’l-avâm an ilmi’l-kelâm

Allah’ı yaratılmışlara ait her türlü nitelikten arındırmak anlamındaki tenzîh ile O’na yaratılmışlarda da bulunan birtakım nitelikler atfetme manasındaki teşbîh arasında kelâm ekolleri Allah’ın zâtı ve sıfatları arasındaki ilişkiyi ve sıfatların mahiyetini farklı yönlerden incelemişlerdir. Bu noktada kelâm ekollerinin üzerinde durduğu en önemli meselelerden biri de naslarda Allah’a nispet edilen ve haberî sıfatlar olarak nitelenen insanbiçimci sıfatların nasıl yorumlanacağıdır. Gazzâlî, vefatından hemen önce kaleme aldığı İlcâmu’l-avâm an ilmi’l-kelâm’da haberî sıfatların yorumlanması merkezinde kelâm ilminin işlevini yeniden yorumlamakta, bunu yaparken akıl-nakil ilişkisi, tasavvufî tecrübenin nasları yorumlamadaki rolü gibi önemli meseleleri ayrıntılı bir şekilde incelemektedir.

 

___________________________________________________________________

 

FÂRÂBİ - İHSÂ-ÂRÂ-MİLLE

 

Fârâbî

 

İslâm felsefesinin kurucu isimlerinden olan ve bu felsefenin ana eğilimlerini belirleyen Fârâbî, bugün Kazakistan sınırları içinde yer alan Fârâb’da doğdu. Hayatı hakkında sınırlı bilgi bulunsa da onun, dönemin hem siyasî hem de entelektüel başkenti olan Bağdat’a gelerek burada Ebû Bişr Mettâ b. Yûnus ile Yuhannâ b. Haylân’dan felsefe ve mantık tahsil ettiği bilinmektedir. Fârâbî, Bağdat’taki sosyo-politik kargaşa sebebiyle 941-2 tarihinde Halep ve Şam’a gitmiş ve Hamdânî emîri Seyfüddevle’nin himayesine girmiştir. Son olarak gittiği Mısır’dan Şam’a dönüşü sonrası 950 tarihinde vefat eden Fârâbî, Antik-Helenistik dünyanın felsefe mirasını İslâm kültür coğrafyasının ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir. Fârâbî’nin özellikle bilgi felsefesi ve mantık alanında yaptığı çalışmalar felsefî düşüncenin bu alanlarda yeniden hayat kazanmasında büyük ölçüde etkili olmuştur. Fârâbî, Mille kavramı etrafında insan hayatının bütünlüğüne paralel olarak dinî olanla felsefî/aklî olanın bütünlüğünü öngören özgün bir bilim anlayışı ve ona uygun siyasî bir model önermiş ve bu çerçevede pek çok eser kaleme almıştır. Felsefe kapsamındaki disiplinleri, tanımları, problemleri ve literatürleriyle ele alan İhsâu’l-ulûm, felsefesinin en özgün yanlarını bütünlüklü bir şekilde ortaya koyduğu Mebâdiu ârâi ehli’l-medîneti’l-fâzıla ve es-Siyâsetü’l-medeniyye ile ahlak, siyaset ve din alanında kaleme aldığı Tahsîlu’s-saʻâde, et-Tenbîh alâ sebîli’s-saʻâde ve Kitâbu’l-mille onun başlıca eserleridir. 

 

İhsâu’l-ulûm

 

Antik-Helenistik felsefe birikiminin İslam dünyasına aktarılmasının sonuçlarından biri de bilimleri tasnife yönelik bir yazım tarzının oluşmasıdır. Bu konuda kaleme alınmış ilk müstakil eserlerden biri de Fârâbî’nin İhsâu’l-ulûm’udur. Fârâbî, kendi döneminde “bilim/disiplin” hüviyetine sahip alanları belirleyerek bunların araştırma alanlarını ve literatürlerini okuyuculara sunmaktadır. İncelemesine dil bilimleriyle başlayan Fârâbî, ardından mantık ve matematik bilimleri, sonrasında fizik ve metafiziği ve son olarak da toplumsal bilimleri ele almaktadır. İhsâu’l-ulûm’un belki de en dikkat çeken tarafı, fıkıh ve kelam gibi iki naklî ilmi/disipline, toplumsal bilimler kategorisinde yer vermesidir ki, bu, onun din-felsefe ilişkisine dair genel yaklaşımının doğal bir sonucudur.

 

Mebâdiu ârâi ehli’l-medîneti’l-fâzıla

 

İslam felsefe geleneğinin ana eğilimlerini belirleyen ve Aristoteles’in ardından mantık alanındaki çalışmalarıyla “ikinci üstat” olarak tanınan Fârâbî, başta mantık olmak üzere pek çok alanda eserler kaleme almış olsa da onun felsefî sistemini bir bütün olarak görme fırsatı ancak Mebâdiu ârâi ehli’l-medîneti’l-fâzıla ve onunla yaklaşık aynı muhtevaya sahip olan es-Siyâsetü’l-medeniyye sayesinde mümkün olmaktadır. İlk Sebep olarak nitelediği Tanrı’nın nasıl bir varlık olduğuyla ilgili analizlerle başlayan Ârâ, var olan her şeyin varlık kaynağı olarak İlk Sebep’i inceledikten sonra sırasıyla ay-üstü ve ay-altı âlemin varlığa gelişini ele almakta, ardından insanın biyolojik ve psikolojik/epistemolojik gelişimini irdeleyerek onun toplumsal bir varlık olarak konumunu ahlak ve siyaset bağlamında ortaya koymaktadır.

 

Kitâbu’l-mille

 

İslam düşünce geleneğinde “mille”yi, yani dini kendisine konu edinen ender kitapların başında Fârâbî’nin Kitâbu’l-mille’si gelmektedir. Fârâbî bu eserinde din-felsefe ilişkisine dair özgün yaklaşımının bir sonucu olarak ilk başkanın toplumun inşası ve din açısından konumunu irdeleyerek onun ardından şehrin başına hangi özelliklere sahip insanların geçeceğini ve bu konudaki muhtelif ihtimalleri ele almaktadır. Ayrıca Fârâbî, İhsâu’l-ulûm’da da incelediği toplumsal bilimin ayrıntılı bir çerçevesini Kitâbu’l-mille’de çizerek siyaset, ahlak ve dinin kesişim alanlarını tespit etmektedir.

 

______________________________________



İBN TUFEYL Hayy bin Yakzân


Endülüs’teki felsefî geleneğin önemli temsilcilerinden olan İbn Tufeyl, başta fıkıh olmak üzere din ilimlerini tahsil etti, ayrıca tıp ve felsefe okudu. Tıp alanındaki uzmanlığı sayesinde Muvahhidî halifesi Ebû Ya‘kūb Yûsuf b. Abdülmü’min’in sarayında başhekim olarak görev yaptı ve 581/1185’de Merakeş’te vefat etti.

Günümüze ulaşan tek felsefî eseri olan Hay b. Yakzân’da, ilk olarak İbn Sînâ’nın sözünü ettiği “meşrikî hikmet”in sırlarını açıklamayı hedefleyen İbn Tufeyl, bu yolla rasyonel yolla ulaşılan bilgi ile mistik yöntemlerle elde edilen sonuçların birbirini tamamlayan ve destekleyen nitelikte olduğunu ortaya koymayı amaçlamıştır. Bu açıdan Hay b. Yakzân insan eli değmemiş tabiatın bağrında herhangi bir eğitim görmeden, yardım alabileceği sosyokültürel muhitten uzakta ve sadece fıtrî yahut tabii aklın tecrübî ve nazarî yönelişleri sayesinde bir insanın entelektüel olarak neyi başarabileceğini ortaya koymaktadır.

 

___________________________________________________________________ 


İBN RÜŞD

 

Endülüs’teki İslam felsefe geleneğinin son büyük temsilcisi olan İbn Rüşd, seçkin bir ailenin çocuğu olarak Kurtuba’da (Cordoba) dünyaya geldi. Dinî ilimler yanında tıp ve felsefe tahsil etti. İbn Tufeyl tarafından Muvahhidî hükümdarı Ebû Yaʻkûb Yûsuf’a takdim edildi ve hükümdarın talebi üzerine Aristoteles’in eserleri üzerine farklı hacim ve üslupta şerhler kaleme almaya başladı. 1169’da İşbiliyye, 1171’de ise Kurtuba kadılığına atanan İbn Rüşd, 1182’de İbn Tufeyl’den boşalan saray tabipliğine getirildi. Ebû Yûsuf Yaʻkûb’un hükümdarlığı döneminde bir süre gözden düşerek sürgüne gönderilen İbn Rüşd 595/1198’de Merakeş’te vefat etti. Aristoteles’in eserleri üzerine yazdığı ve hacimleri itibariyle kısa, orta ve uzun şerh şeklinde tasnif edilen şerhleriyle İbn Rüşd, Aristotelesçi felsefenin son büyük “şârih”idir ve bu şerhlerin Latince ve İbranice yoluyla Avrupa’ya aktarılması Aristoteles’in Avrupa’da keşfedilmesi ve tanınmasını sağlamıştır. Bu şerhler yanında Gazzâlî’nin felsefe ve filozoflara yönelik eleştirileri İbn Rüşd’ü bir dizi eser kaleme almaya sevk etmiş ve bu çerçevede doğrudan Gazzâlî’ye cevap olmak üzere Tehâfütü Tehâfüti’l-felâsife’yi kaleme almış; felsefenin din açısından meşruiyeti hakkında Faslu’l-makâl fî takrîri mâ beyne’ş-şerîʻa ve’l-hikme mine’l-ittisâl’i, genel olarak kelamcıları, özel olarak Eşʻarî kelâmını eleştirmek üzere de el-Keşf an menâhici’l-edille fî akâidi’l-mille’yi yazmıştır.

 

 

Faslu’l-makâl fî takrîri mâ beyne’ş-şerîʻa ve’l-hikme mine’l-ittisâl



Felsefenin din karşısındaki meşruiyetini tartışmaya açan Gazzâlî’ye bir cevap olarak kaleme aldığı bu eserde İbn Rüşd, fakîh kimliğiyle bu meseleye dair bir fetva vermeyi hedeflemektedir. “Felsefe ve mantık bilimleri” ile ilgilenmenin dinî hükmünü tespit etme bağlamında antik felsefî birikimden yararlanmanın koşullarının, dinî nasları yorumlamada (te’vîl) felsefî/bilimsel bilginin sahip olduğu konumun, dinî naslara dair yorumların hangi şartlarda kimlerle paylaşılabileceği gibi soruların ele alındığı Faslu’l-makâl, İslam düşünce geleneğinde din-felsefe ilişkisini müstakil olarak ele alan ilk eser olma özelliğini de hâizdir.

 

el-Keşf an menâhici’l-edille fî akâidi’l-mille



İbn Rüşd’ün, Faslu’l-makâl’den hemen sonra kaleme aldığı el-Keşf, temelde dinî nasların nasıl ve kimler tarafından te’vil edilmesi gerektiği sorusunu merkeze almaktadır. Gazzâlî’nin felsefe ve filozoflara yönelik sert eleştirileri karşısında felsefe cephesinden kelamcılara yönelik bir hücum olarak değerlendirilebilecek olan el-Keşf’te İbn Rüşd, kelâmcıların Allah’ın varlığı, birliği, sıfatları ve fiilleri etrafında geliştirdikleri teorilerin hem Kur’ân’ın bu konulara dair yaklaşımından uzak hem de felsefî/bilimsel gerçekliklerle uzlaşmaz bir mahiyet arz ettiğini ortaya koymayı hedeflemektedir.



Başvurmak isteyen adaylara örnek teşkil etmesi açısından derslerimizden birisini burada yayınlıyoruz.